Nur Meriç’in Dönüşüm Yolu ismini taşıyan ilk kitabından çok etkilendim. Kişisel gelişim konusunda bugüne kadar bölük pörçük biriktirdiğim bir sürü şeyi zihnimde düzenlememe ve faydalanacak hale getirmeme yardımcı oldu.

Oldukça özgün, içten, renkli bulduğum bu kitapta dramatik üçgen diye yeni bir tanımlama ile karşılaştım. Kurban, kurtarıcı ve suçlayıcı rollerini gayet iyi biliyor ama bu çarktan çıkmakta zorlanıyordum. Benim için taşların yerine oturmasını sağladı. Umarım sizin de işinize yarar.

Etrafımda medya iletişimi, yeni projeler, konsept oluşturma gibi konularda danışmanlık ve bir nevi koçluk yaptığım insanlar var. Bu kişilerin her biri kendi alanında uzman olduğu için ben onlara danışmanlık yaparken, aslında öğrene öğrene kişisel gelişim yolunda kendi adımlarımı büyütüyorum. 

Son derece gurur duyduğum, bana güven veren bu halkaya, geçtiğimiz hafta yeni biri eklendi: Kişiler ve kurumlar için psikolojik danışmanlık hizmeti sunan Nur Meriç!  Nur Hanım, cıvıl cıvıl, hareketli, neşeli biri.

Yardımcısı Songül Hanım’ın varlığı ile Bakırköy’deki Duygu Analiz merkezini,latin ezgileri çalan, çeşit çeşit çaylarla insana sıcaklık veren, herkesin uğramaktan keyif aldığı çok farklı bir danışmanlık kurumuna dönüştürmüşler.

Bu bence çok önemli bir şey çünkü insanlar işlerinden, güçlerinden, sorunlarından bunalıp danışmanlık almak, kendilerini daha yukarı taşımak isterken, gittikleri yer asık suratlı olmamalı. Oysa bazen bir kuaför ya da güzellik merkezi ziyareti bile son derece gergin bir süreç içerebiliyor. 

Danışmanlık yaptığım bir sürü merkezde hastane havası alıp, “Şu toplantı bitse de gitsem”  dediğim çok olmuştur. Ama Nur Hanım’ın merkezi, benim gibi her an kaçmaya gönüllü karakterler için bile bir cazibe taşıyor.

Asıl bahsedeceğim konu ise bir kitap. Psikolojik Gelişim Danışmanı Nur Meriç’in ilk kitabı, Dönüşüm Yolu’nu okudum. Çok başarılı bir anlatım,  akıcı ve içten bir yazı dili ile karşılaştım. Gerçek anlamda yurt dışındaki “Bestseller” kitaplara kafa tutacak kadar başarılı ve etkileyici bir eser. Malum bizde -özellikle kadın, hiç argo kullanmaz. Nur Meriç gayet de rahat, “Gerçek olumlu düşünce sanıldığı gibi tecavüze uğrayan Polyanna’nın ‘kıçı kurtardım’ diye sevinmesi değilmiş” diyor. Bizden atasözleri ve tüm samimiyetiyle paylaştığı hayat hikayesini; kuantum, çekim yasası ve gözümüzün nuru Mevlana ile bir potada harmanlayabiliyor. Zihinden geçen soruları öyle güzel yanıtlıyor ki, bugüne kadar okuduğumuz bir sürü ıvır zıvır detay, güzelce yerli yerine oturuyor. Hele bir ulu büyük anne var ki, bunu kitabın peşine düşüp de okuyanlar görsün çünkü büyüsü bozulmasın istiyorum. Dolayısıyla şu anda, bu kitabı satın alıp hediye etmeye karar verdiğim en az 3 kişi var.

“Evrenin kapısını çaldım, anahtarı bendeymiş, çok utandım” diyen Dönüşüm Yolu kitabından, herkes kendine göre fayda görecek ve en çok ilgisini çeken kısımları alacaktır. Ben burada, iş ve özel hayatımızda sıkça karşılaştığımız bir konudan bahsetmek istiyorum. Belki de bu psikolojik roller bana tanıdık geldiği halde, kuramı daha önce bilmediğim için konu oldukça ilgimi çekti. Daha iyi bir iletişime faydası olması dileğiyle, burada yazarın kendi cümleleri ile kısaltarak sunuyorum:

“Bu, farkında olarak veya olmadan oynadığımız psikolojik bir oyundur. Buna, Transaksiyonel Analiz’de“Dramatik Üçgen” diyoruz. (Stephan Karpman, Drama Triangle) Asla bu dramatik üçgene girmemeliyiz. Kurtarıcı olarak girdiğimiz üçgen, bizi kurban ve suçlayıcıya taşır.

Tarık, çalıştığı şirkette iş arkadaşlarına kendi görev tanımında olmayan bazı konularda yardımcı oluyordu. Bu şekilde onlar tarafından daha fazla sevilip takdir edildiğini düşünüyordu. İlk günlerde yaptığı bu işler karşındakinin kafasında, Tarık sanki bundan sonra da sürekli olarak bu işleri yapacakmış hissi yaratmıştı. Bir gün Tarık, asli bir görevini yerine getirdiği sırada bir arkadaşı tarafından istenilen bir işi o an yapamayacağını söyler. Çalışma arkadaşına göre Tarık daha önce yaptığı ve hep yapacağına dair izlenim verdiği yardımlarını arkadaşından esirger. Bunun üzerine, ilişkileri çok iyi olan ve önem verdiği arkadaşı kırılır, kızar ve Tarık’a karşı tavır alır. Tarık arkadaşlarının isteklerine hayır diyemediği zamanlarda zaten hep bundan endişelenmektedir ve sonunda bu gerçekleşir. Bir süre soğuk rüzgarlar eser. Tarık, kurtarıcı rolünden kurbana iner. Bir süre burada oyalandıktan sonra bu rolden sıkılıp suçlayıcıya geçer. İçinden: “Bu zamana kadar yapıyorduk, iyiydi; bir kere yapmadık, kötü olduk! Zaten benim işim değil. Benden, bana ait olmayan işleri yapmamı bekliyorlar. Bunlar onların görevleri, onlar yapmalılar…” tarzında söylenip arkadaşını suçlamaya başlar. Dramatik üçgende bir süre sıkışıp kalan Tarık bakalım ne yapar?

Dramatik üçgen son derece tehlikeli bir oyundur. Giren, bu üçgenin içinde kaybolur. Farkında olmadan veya olarak oynadığımız “Kirli oyunlar” dediğim psikolojik oyunlardan biridir. Dans iki kişiyle olur. Siz istemezseniz bu oyuna girmezsiniz. Kısaca dramatik üçgendeki rollerden söz edeyim:

Kurtarıcı rolü; diğerlerinin acıları ile ilgilenmek kendi acılarını hissetmekten daha kolaydır. Bir takım ihtiyaçlarını karşılamayı umabilir (sevilme, takdir görme ya da bunları kaybetme korkusu gibi)

Kurban rolünü seçen genelde; ‘ben yapamıyorum, edemiyorum’ diyerek sorumluluğu başkasına devreder.

Suçlayıcı rolünde; ‘sen sorumlusun, sen suçlusun’ demek, ‘bende bir sorun var’ demekten daha kolaydır.

Tarık’a dramatik üçgen oyununu fark ettirdiğimde o üçgenden çıkıp farklı alternatifler oluşturduk. Öncelikle arkadaşlarının yetiştiremedikleri bazı işleri nasıl sonuçlandırabileceklerine dair onlara önerilerde bulunabilirdi. Bu zamana kadar yaptığı bazı işleri sahiplerine devredebilirdi. Onlara yardım ederken kendi görevlerini yerine getirmezse zor durumda kalacağını ifade edebilirdi. Bundan sonra bir şey istendiği zaman, ancak uygun olduğunda onlara yardımcı olabileceğini söyleyebilirdi. Onlardan da, bunların karşılığında, ihtiyacı olduğunda kendisine yardımcı olmalarını rica edebilirdi. Bu zamana kadar, farkında olmadan oluşan iletişim bozukluklarını telafi edebilirdi. Onlar tarafından mağdur edildiğini, kendisine haksızlık yapıldığını düşünüp arkadaşlarını suçlamaktan vazgeçebilirdi. Artık, iletişim kurduğu insanlarla arasındaki sınırları netleştirip, kendisi ve karşısındakilerin sorumluluk sahalarını korur ve herkesin fark etmesini sağlayabilirdi. Kendisinden isteklerde bulunulduğu zaman, ‘evet’i ve ‘hayır’ı rahat kullanıp bundan dolayı daha fazla sevilip veya reddedileceği kanaatinden sıyrılabilirdi. Rahatça hayır deyip, karşısındakinin ‘hayır’larını da rahatlıkla kabul edebilirdi.

Tüm bu farkındalıklarıyla Tarık, ileriki günlerde iletişim kalitesinde farklar yarattı. Artık kendisini çok daha iyi hissediyor.

Oyundan Çıkmanın Yolu

Bir oyun olduğunun farkına varıp karşı tarafa da bunu göstermeliyiz. Hangi rolde olursa olsun dramatik üçgene girmemeliyiz. Bizden kurtarılmayı isteyen birine çözüm yolları olduğunu söyleyebiliriz, kurtarıcı değil yol arkadaşı olmalıyız. ‘Ben olsaydım’ tarzı önerilerde bulunabiliriz, biliyorsak ve karşımızdaki de istiyorsa ona çözüm ortaklığı yapabiliriz. Kendimizi anne/baba gibi, karşımızdakini de muhtaç çocuk gibi görmemeliyiz. Başkalarının problemleri yerine kendi problemlerimizi çözerek zafer kazanabiliriz. Kendimizi kurban hissediyorsak bilmeliyiz ki gücümüzün farkında isek; elimizdeki kaynaklar ile yolumuzu bulabiliriz. Kendi problemlerimiz ile kendimiz başa çıkabiliriz. Gerektiğinde bir yetişkin gibi çözüm önerileri istemeliyiz. Yaşadıklarımızla ilgili kimseyi suçlamamalıyız. Sınır ve sorumluluklarımızın farkında isek; kişisel sorumluluklarımızın da farkında olmalıyız. Gerektiği zaman karşımızdaki kişilerle aramıza sınır koyabiliriz. Biz izin vermezsek kimse bizi üzemez! Gerek iş yerinde gerek özel hayatımızda, aile ilişkilerinde kolay ve rahatça bu formülü kullanabiliriz.

Beynimizi şöyle kodlayabiliriz:

“Kimseyi kurtarmaya ve kimse tarafından kurtarılmaya ihtiyacım yok. Herkes kendisinden sorumlu, herkesin çaresi kendi içinde… Ne kimsenin başına gelenlerden sorumluyum ne de benim başıma gelenlerden bir başkası sorumlu.”

Bütün bunlarla birlikte, güçsüz görünmemek adına abartılı derecede güçlü görünmek, yardım istememek de sakıncalıdır. Acıları sevmeyen ve güçsüz taraflarını görmek istemeyen ben, ilk önceleri annemin ‘kolun kırılıp, yenin içinde kalması gerektiği’ söylemini kolay benimsemiştim. Daha sonra kendimin ve yanlış kaynamış hatta kırık olarak durmaya devam eden kol sahiplerinin acılarının farkına vardım. Bu inancı sorgulamaya başladım. Anladım ki gerçek güç; güçsüz yanlarımızı kabullenip, içimizde ve dışımızda bunlarla baş edecek güçleri keşfetmekmiş. İhtiyaç duyulduğunda da yardım almasını bilmek gerekmiş. Yiğidin hası, havanın pusunda belli oluyormuş. İnsan, insana ihtiyaç duyarmış.”

Yine “Dönüşüm Yolu” kitabında rastladım “Bilginin zekatı vardır” sözüne… Okuduğum ve işime yarayan bir bilgiyi sizlerle paylaşıyor ve Nur Hanım gibi deneyimlerini, çözüm yollarını aktaran uzmanlara teşekkürlerimi sunuyorum.